Hayat Sende Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Abdullah Oskay ‘Toplumsal tarihten ne öğrenebiliriz? sorusunu IDEMA HABER okuyucuları için kaleme aldı’.
Tarih deyince bizlere tüm eğitim hayatımız boyunca çoğunlukla savaşların, bazen de barışın tarihinin anlatılması olmuştur. Tarihin sıradan insanın yaşamı denilen toplumsal tarih kısmı ise eğitim müfredatlarında yer almaz. Bu kısım, eğitim sisteminde çokça atlanan bu bölümün anlamlı yaşamı arayanlara yol göstermesini hedeflemektedir.
Öncelikle bize anlatılan tarihe hızlıca bir bakalım. Tarih ikiye ayrılır: Karanlık çağlar ve M.Ö. 3500 gibi yazılı tarihin başladığı dönemlerden sonrası. Karanlık çağlar hızlıca es geçildikten sonra yazılı tarih başlar ve uzun uzun savaşların ve fetihlerin tarihi işlenir. Bu yazılı tarih de aslında vakanüvis denilen kişilerce kayıt altına alınmıştır. Vakanüvisler, imparatorlara övgüler düzen, bolca kahramanlık hikayeleri aktaran ve tarihi olayları bir bilim şeklinde değil de, bu övgülerle kaydeden devlet görevlileri olmuştur. Buraları çok karıştırmamak gerekir. Böyle bir bakış açısından edinilecek tarihin insanlığın gelişimi için söyleyeceği çok az şey vardır. Bizim ele alacağımız tarihin ise bundan çok daha fazla şey söyleyeceği açıktır.
Toplumsal tarih incelememize başlarken ilk önce süre kavramını da unutmamız gerekir. Tarihteki süreler çok ama çok uzundur. Evrimin 4,5 milyar yıllık tarihine bakarsak, insanoğlunun tarihi neredeyse çok uzun bir doğru parçasında “-” kesme işareti kadar kalacaktır.
Toplumsal tarihe dönersek. Her şeyden önce dünyada neanderthal, homo sapiens gibi farklı bölgelerde yaşayan farklı insan türleri vardı. Bu insan türlerinin nasıl yok olduğu veya bugünkü insan olan homo sapiens’le ilişkisinin ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Bildiğimiz insanoğlunun dünyada homo sapiens şeklinde yaklaşık 70 bin yıldır olduğu. Peki o zamandan bu yana insanlar nasıl yaşadı?
İlk insanlar için önce avcılık-toplayıcılık vardı. Zamanla insanlar avcılık ve toplayıcılığın yanı sıra bazı arazileri de ekerek yaşamlarını sürdürmeye başladılar. Yerleşik hayata geçiş bir anda olmadı. Avcılık ve toplayıcılıkla tarım nesiller boyu yan yana sürdü. Tarım, adım adım avcı ve toplayıcıların hilafına büyüdü. Tarım toplumuna bir kez geçildiğinde geri dönüş çok zordu ve insanlar toprağı daha fazla işleyebilmek, sulama kanallarını açık ve temiz tutabilmek için sürekli nüfus artışına ihtiyaç duymaya başladı. Ayrıca, gübreye ihtiyaç vardı ve hayvanların evcilleştirilmesi ile otlaklarda beslenen hayvanların toprakları gübrelemesi ve toprağın kaybettiği besini geri alması sağlanıyordu.
Aslında bu durum tarih boyunca otlak ve tarım arazisi diye bir ayrımın oluşmasına yol açtı. Bu durum da bir kapanın içine sıkışması gibi insanların sürekli daha fazla nüfuslarının artmasına neden oldu. Kendi kendini besleyen büyüme süreci bu şekilde başladı. Avcı-toplayıcı topluluklar daha başarılı savaşçılar bile olsa, nüfusu hızlı bir şekilde artan ve daha iyi örgütlenme altyapısına sahip tarım toplulukları tarafından giderek tarımın olabileceği alanlardan sürüldü.
Bu durum düz bir şekilde gerçekleşmedi. Toprağın verimi belirli bir ekim dönemi sonrasında neyin de ekildiğine bağlı olarak düşüyordu. Bu alan tekrar otlak olmaya bırakılıyor, başka alanlar ve ormanlıklar kes-yak şeklinde açılıyor, burada tarım yapılıyor ve toprağın gücü tükendiğinde tekrar aynı döngü başlıyordu. Ormanlar bunun yanı sıra pişirme ve ısınmada da kritik önemdeydi.
Öncelikle düz alanlardaki ormanların kes-yak şeklinde açılmasının ardından zaman için dağlık bölgelere doğru kes-yak tarımı ilerliyordu. Buralardaki ormansızlaşma neticesinde toprak erozyonu gerçekleşiyor, vadiler toprakla doluyordu. Bu vadilerde ise bataklık benzeri ortamlar oluşuyor, buralar flora ve fauna açısından çeşitli olsa da, insan sağlığına başta sıtma gibi olumsuz etkilerinden dolayı yaşanması zor alanlar olarak kalıyordu. Bu nedenle insanlar dağlık alanlarda yaşıyordu. Dağlık alanlar kes-yak tarımına açıldıktan sonra toprağın erozyona uğramaması için taraçalandırılıyordu. Taraçaları korumak ise her zaman için emek, dolayısıyla da insan gücü istiyordu. Bu başarılamadığı anda ise toprak erozyonu oluyor ve taraçaların dayandığı toplumlar çöküyordu. Kes-yak tarımına uygun arazinin açılması ise zaman içinde azalan alanlar nedeniyle çekişmelere yol açıyor, insanlar sabit bir toprağı ekip dikmeye ve sulamaya başlıyorlardı. Bu sabitlik ise, zaman içinde dünyanın pek çok farklı yerinde olduğu gibi, tuzlanmaya yol açıyor, sonrasında ise oradaki toplumu ve medeniyeti besleyemediği için sistem çöküyordu.
Toprağın verimliliğinin sürdürülmesi için nadasa bırakma, kireç atma, toprağı daha derin sürme, insan ve hayvan dışkısı ile gübreleme gibi farklı teknikler deneniyordu. Önce Amerika’dan Avrupa’ya getirilen Guano gübresi, sonrasında ise yapay kimyasal gübrelere kadar insanın doğayla mücadelesi kabaca buydu. Tabi iklimsel ve coğrafi farklılıkları ve bunun devlet ve medeniyet oluşumuna ilişkin farklılıklarını da unutmamak gerekiyordu. Örneğin Avrupa’nın yağmura dayalı tarımı feodal topluma, Asya’nın merkezi sulama, drenaj, taşkın ve hidrolik sistemlerine dayalı tarımı ise Asya tipi üretim tarzına yol açıyordu.
Bu tarihin bize anlatılan resmi tarihle ilişkisi olan savaşları da burada ele almamız gerekli. Bu tüm tarihin çok ama çok küçük bir kısmı. Bunun için kendimize şu soruyu sormamız gerekli. Tarihte savaş neden vardı? Tarihin savaşlara kaymasının nedenleri bugünkülerle aynıydı. İnsanların kendilerine yetememesi, daha fazla kaynağa ihtiyaç duyması, doğayla kurmaya çalıştığı döngüsel ilişkilerin etkili bir şekilde kurulamaması nedeniyle göçlere maruz kalınması idi. Ama çatışmanın boyutu zaman içinde değişti. Avcı-toplayıcı toplumlarda çatışmaların çözümü basitti. Oradan uzaklaşmak. Çatışmalar mutlaka oluyordu ama genel eğilim uzaklaşmaktı. Yerleşik hayata geçişle birlikte çatışma çözümlerinde avcı-toplayıcı toplumdaki oradan uzaklaşma yöntemini uygulamak giderek zorlaştı.
Çatışmaların çözümünün giderek zorlaşması, örgütsel yapılar gerektirdi. Devlet dediğimiz yapı tam da bu süreçte ortaya çıktı. Avcı-toplayıcı gibi çatışma anında uzaklaşamayan yerleşik yapıların üzerinde diğer bazı saldırgan yapılar tahakküm oluşturmaya, vergi almaya, kendilerini meşrulaştırmaya, ruhban sınıfı beslemeye başladı. Devlet, kamusal hizmet adı altında en önemli faaliyet olarak yerleşik halkı dış saldırılara karşı korumaya ve bu şekilde meşruiyet edinmeye başladı. Bunun nedeni aslında basitti. Tarım toplumu demek belirli bir grup ürünleri belli bir dönemde hasat etmek ve stoklamaktı. Bir saldırıda bu ürünlerin tümünün elden gidebilmesi ve açlıkla karşılaşma olasılığı çok yüksekti. Bunun için devletlerin bu halkın ürettiklerini koruması gerekti. Bu koruma gerekliliği, başta küçük olan ama giderek büyüyen savaş makinesi şeklinde devlet aygıtlarının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu meşrulaştırma bugün bile geçerlidir. Dünyadaki tüm devletlerin savunma bakanlığı vardır. Halbuki toplum, kaynaklarından fazlasını tüketirse, kaynak açığı için saldırmak zorundadır. Bunu çevre bölümünde yeniden işleyeceğiz.
Peki bu savaşların boyutu neydi? Bu savaşların boyutu lojistik gibi olanakların sınırları nedeniyle bugünün savaşlarına göre düşüktü. O dönemin koşullarında ise, savaşlarda ölenlerin sayısı, toplam nüfusun içinde önemli yer tutuyordu. Bugün savaşlarda ölenler daha çok ama toplam nüfus içindeki sayısı az.
Anlamlı yaşamı arayanların tarihi, siyasi tarih penceresinden ziyade toplumsal tarih bağlamından ele alması gerekli. Bu yönüyle tarihin insanın doğayla oldukça sert bir mücadelesi olduğunu, bu mücadelede tüm icatların hızlı bir şekilde bir toplumdan diğerine doğal sınırlar boyunca hızlıca aktarıldığını, bu yönüyle toplumsal tarihin patentlerin neredeyse hiç işlemediği büyük bir dayanışma ağının oluşmasını sağladığını bilmesi gerekli.
Abdullah OSKAY kimdir?
Devlet korumasında kalan çocuk ve gençlerle çalışan Hayat Sende Derneği’nin kurucusudur. Başta Çocuk Koruma Sistemi olmak üzere, sivil toplumun birçok alanında çalışmalarda bulunmuştur. Koruma altındaki çocuklarla yaptığı çalışmalar ve ülkemizde sivil toplumun gelişimine verdiği desteklerle Bilgi Genç Sosyal Girişimci Ödülünü almış, JCI tarafından Senato Özel Ödülü’ne layık görülmüş, Sabancı Vakfı tarafından Fark Yaratan kişi ve dünyanın en büyük sosyal girişimcilik ağı Ashoka Vakfı tarafından da Ashoka Fellow seçilmiştir. Oskay, son dönemde sivil toplum çalışmalarını çevre koruma, alternatif ekonomi modelleri ve büyümeme teorisine odaklamıştır.