IDEMA Kalkınma çalışanları yazıyor: Ülkelerin COVID-19 sürecindeki mücadelelerini anlatmaya devam ettiğimiz yazı dizimize IDEMA İcra Kurulu Üyesi ve Projelerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Evren Aydoğan ile yeniden bir aradayız. Evren Aydoğan bu yazısında IDEMA Haber okurları için Almanya’nın hikayesini anlatıyor.
Her ülkenin bu türden bir küresel krize gösterdiği tepkinin, bugünkü ekonomik ve politik gücü ile doğrudan ilgili olduğu biliniyor. Bu mücadelede ayrıca, ülkelerin tarihsel yapıları ve kurumlarının dayanıklılığı da önemli bir etken.
Bilindiği gibi Almanya, ulusal birliğini en geç kuran Avrupa ülkelerinden biridir. Şansölye Bismarck’ın kişiliğinde cisimleşen Alman devletinin iki temel karakteristiği olduğunu öne sürebiliriz: modern, pozitivist, işbölümcü bürokratik devletin kurumlarının verimli işlediği bir yapı ve korporatist sosyal refah rejimi. Gosta Esping Andersen’in meşhur sosyal refah rejimi sınıflandırmasından* yola çıkarak, korporatist sosyal refah rejimi, istihdam koşullarına doğrudan bağlı, kamu bütçesinin büyük oranda etkili olduğu, çalışmaya bağlı bir sosyal güvenlik politikası gibi özelliklere sahiptir. Elbette bu rejim, Weberci bir kurumsal yapılanma eliyle vücut bulur. Özellikle, İngiltere sosyal refah rejimi ile kıyaslandığında, devlet doğrudan belirleyici bir rol oynar.
Şüphesiz ki, yirminci yüzyıl boyunca, her kurumda olduğu gibi, bu yapıda da pek çok değişimler ve gelişmeler olmuştur. Ancak bugünün Alman devletinin COVID-19 salgınına verdiği tepkilerde de bu güçlü tarihsel arka planın etkilerini görebilmek mümkündür. Bunu değerlendirebilmek için önce sürece ilişkin sorumuzu soralım: Ne olmuştu?
27 Ocak’ta, Almanya’nın Bavyera eyaletinde ilk COVID-19 vakası tespit edildi. Şubat ayı boyunca sürecin yavaş ilerlediği, büyük önlemlerin açıklanmadığı bir dönem geçirildi. Bu dönemde, Almanya’nın halk sağlığı ve hastalıkların önlenmesinden sorumlu kurumu olan Robert Koch Enstitüsü, halkı ve hükümeti bilgilendirmeye devam etti. 8 Mart’ta Sağlık Bakanı, bütün kalabalık etkinlikleri iptal ettiklerini duyurdu. 10 Mart’ta, Şansölye Merkel, dört ölüm vakasını açıklarken, Alman toplumunu, COVID-19’un toplumun yüzde 70’ine bulaşacağı konusunda uyardı. Merkel ayrıca tüm vatandaşları önlemlere uymaya davet etti. 13 Mart’ta, on dört eyalette tüm okullar kapandı, 14 Mart’ta ise pek çok şehirdeki barlar kapandı.
Takip eden süreçte, eyaletler sırasıyla olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasakları ilan etmeye başladı. Toplumsal hayata ilişkin günlük düzenlemelerin yanı sıra, yaşanan ve ileride beklenen ekonomik durgunluk ve gerilemeye çözüm olarak iki büyük ekonomi paketi açıklandı.
Toplamda 1.2 trilyon Euro olan, 750 milyar Euro’luk kısmı 23 Mart’ta açıklanan ekonomi paketleri, temel olarak, salgından önce işini iyi bir şekilde devam ettiren işletmelerin tüm istihdamlarını korumasını hedefliyor. Ücretli çalışanlara verilen bu türden bir güvencenin yanında, tüm Alman toplumunun takip eden üç ay içinde temel tüketim ihtiyaçları ve elektrik, su, ısınma gibi asgari ihtiyaçlarını sorunsuz giderebilmesi için de önlemler açıklandı.
Almanya’da salgın hızla devam etse de vaka sayısına göre ölüm oranının oldukça düşük olduğu görülüyor. Bilim insanları bu durumu iki temele dayandırıyor: çok yoğun test uygulaması ve sağlık kurumlarının niteliksel ve niceliksel kapasitesi. Avrupa’da nüfusa oranla en fazla test yapan ülke Almanya, yatak, solumun cihazı kapasitesi, sağlık görevlisi sayısı ve kalitesi açısından da önde bulunuyor. Ek olarak Almanya’da, tüm toplumu evde tutmayı sağlayacak -tabiri yerindeyse- ekonomiyi üç ay “donduracak” ekonomik ve parasal gücü kamu otoritesi ile devam ettirecek bir durum da mevcut. Bu sayede, hastalığın yayılması riskine karşı uygulanan karantina politikalarının işlerliğinin daha iyi sağlandığı da düşünülebilir.
Bu yazı dizimizin birincisinde İngiltere’nin COVID-19 ile mücadele hikayesini ele almıştık. Yine Andersen’in sınıflandırmasına göre İngiltere, Almanya’nın aksine, liberal refah rejiminin en önemli örneğidir. Özellikle Avrupa Birliği sürecinde, sosyal refah rejimleri birbirlerine pek çok açıdan yakınsamış olsa da, COVID-19 mücadelesi bu iki rejim arasındaki tarihsel, kurumsal ve siyasal farklılıkları tekrar gözlemleyebileceğimiz bir alan yaratmış oldu. Yukarıda sıralanan önlemler ve Alman devlet yapılanması tarafından yürütülen süreç izlendiğinde, kurumsallaşmış ve işbölümcü devlet aygıtının, tüm ekonomik ve sosyal rejim üzerindeki yönlendirme ve etkileme gücü açıkça ortaya çıktı. Yine, korporatist sosyal refah rejimine uyumlu olarak devlet, istihdamı koruyacak tüm ekonomik önlemleri ilk elden almış, sağlıkta uzmanlaşmış kamu enstitüsünü tüm sürecin merkezine yerleştirmiş ve tüm vatandaşların bu salgını sağlıklı atlatmaları için tüm ekonomik gücünü ortaya koymuştur. Bu süreç, Korona sonrası (after Corona-AC) çağda, özellikle sosyal politika ve sosyal refah rejimleri alanında çalışan akademisyenler için sınırsız bir karşılaştırmalı politika laboratuvarı sunmaya da adaydır.
* Bu sınıflandırma konusunda daha fazla bilgi için bkz. Gosta Esping-Andersen, “Three Worlds of Welfare Capitalism”, (UK, Polity Press, 1990). Ayrıca, evde kalma günlerinde daha çok okumaya vaktimiz varken, Andersen’e getirilmiş eleştiriler yoluyla ortaya çıkmış olan, Güney Avrupa Sosyal Rejimine ilişkin bu kaynaklar da okunabilir: Maurizio Ferrera, The Bondaries of Welfare : European Integration and the New Spatial Politics of Social Protection (Oxford: Oxford University Press, 2005); Ian Gough, Global Capital, Human Needs, and Social Policies : selected essays, 1994-99 (Basingstoke: Palgrave, 2000);Chiara Saraceno, ed., “Social Assistance Dynamics in Europe : National and Local Poverty Regimes” (Bristol, UK: Policy Press, 2002). Son olarak, Türkiye sosyal refah rejimine ilişkin daha fazla okuma yapmak isteyen okuyucularımız için de aşağıdaki kaynaklar önemli bir başlangıç olabilir: Buğra, A. (2007) ‘Poverty and Citizenship: An Overview of the Social-Policy Environment in Republican Turkey’, International Journal of Middle East Studies, 39(1): 33-52, Eder, M. (2010) ‘Retreating State? Political Economy of Welfare Regime Change in Turkey’, Middle East Law and Governance, 2(2): 152-184.