IDEMA Kalkınma çalışanları yazıyor: Ülkelerin COVID-19 sürecindeki mücadelelerini anlatmaya devam ettiğimiz yazı dizimize IDEMA İcra Kurulu Üyesi ve Projelerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Evren Aydoğan ile yeniden bir aradayız. Evren Aydoğan bu yazısında IDEMA Haber okurları için İsveç’in hikayesini anlatıyor.
Yazı dizimize COVID-19 sürecinin en ayrıksı politikalarını yürüten Avrupa ülkesi İsveç Krallığı (buradan sonra İsveç) ile devam ediyoruz. İsveç, salgın sürecinin başından beri temel olarak, bir süre İngiltere’nin de deneyip sonra vazgeçtiği, sürü bağışıklığı politikasını güdüyor. İsveçli yetkililer bu politikayı biraz karmaşık bir şekilde, tam olarak sürü bağışıklığı politikası uygulamadıklarını ancak ulaşmak istedikleri yerin o olduğunu söyleyerek açıklamaya çalışıyorlar.
Bu politika, hem diğer tüm gelişmiş ülke politikalarından hem de diğer İskandinav ülkelerinden önemli bir şekilde ayrışması nedeniyle uzun süredir tartışılıyor. Aşağıdaki tablolarda;
Tablo1: İsveç’teki COVID 19’a toplam can kaybı oranının toplam vaka sayılarına oranlanmasının diğer İskandinav ve Avrupa ülkeleriyle kıyaslanmasını,
Tablo-2: Nüfusa oranla yapılan test sayısı bakımından İsveç’in, diğer İskandinav ve Avrupa ülkeleriyle kıyaslanmasını,
Tablo-3: Toplam nüfusa oranla COVID-19 nedeniyle can kaybı istatistiklerini görebiliyoruz.
Bu tabloların ortaya koyduğu mevcut durumdan yola çıkarak, İsveç’in salgınla mücadelesine ilişkin bu durumun nasıl tartışıldığını irdeleyelim. Bu yazıda, söz konusu tartışmayı üç ana başlık altında incelemeye çalışacağız. Öncelikle, yapısal bir tahlil ile başlayalım. Esping-Andersen’in sosyal refah rejimi sınıflandırması ve bu sınıflandırmaya getirilen eleştiriler üzerinden baktığımızda, İsveç’in “sosyal demokrat sosyal refah rejiminin” başat örneği olduğunu görüyoruz.
Daha önceki yazılarımızda irdelediğimiz, İngiltere (liberal model) ve Almanya (korporatist model) tipi sosyal refah rejimlerinden farklı olarak, İsveç sosyal refah rejimi üç özelliği ile farklılaşır:
- Temel kamu hizmetlerini tümüyle devletin sunmasına dayalı bir rejim
- Tüm yurttaşları kapsayan evrensel sosyal sigorta, sağlık ve işsizlik sigortası sistemleri
- Bu yapının devamını sağlayan bir vergi sistemi.
2008 ekonomik krizinden bu yana, tüm dünyada olduğu gibi, İsveç’te de bu yapılar önemli değişimlere uğramış olsa da, ülkenin bu türden bir kurumsal yapı ile COVID-19 salgınına yakalandığı söylenebilir. Ancak, İsveç’in benzer sosyal refah rejimi yapıları gösteren diğer İskandinav ülkelerinden, özellikle vaka ve can kaybı oranları açısından negatif bir şekilde ayrışması tartışmanın başka boyutlarını gündeme getiriyor. Bu noktada, İsveç’in salgınla mücadele modelinin, sosyal dayanışma ve devlet toplum ilişkileri ve toplumsal güven açısından, diğer İskandinav ülkelerinden dahi önemli ölçüde ayrıştığı iddia edilebilir.
Yukarıdaki tablolar bu iddiaları destekler niteliktedir. Tablo 1’de gördüğümüz figür, toplam can kaybı oranının toplam vaka sayılarına oranlanmasının grafiği. Açıkça görülüyor ki, İsveç burada, aynı sosyal refah rejimini paylaştığı İskandinav ülkelerinden uzakta, Avrupa’da COVID-19 krizini en ağır yaşayan ülkelere yakınsamış durumda. İkinci tablo ise daha vahim bir tabloyu ortaya koyuyor. Nüfusa oranla yapılan test sayısı bakımından İsveç, diğer İskandinav ülkelerinden ve salgını en ağır yaşayan Avrupa ülkelerinden geride.
Tablo-3’te ise, toplam nüfusa oranla COVID-19 nedeniyle can kaybı istatistiği bulunuyor. Burada da İsveç İskandinav komşularından negatif ayrışmış olarak görünüyor. Bu negatif ayrışma, salgının özgün yapısı nedeniyle oluşan karar alma ve kurumsal süreçlerdeki farklılıktan ileri geliyor olabilir. Aynı zamanda, toplumsal güven mekanizmasının, bireylerin kurumların liyakat temelli çalıştığına duyduğu inancın ve günlük hayat pratiklerinin belirleyiciliğinin de bir sonucu olabilir. Bunlar elbette tahmin olmaktan öteye gitmeyen yorumlar. Bu tahminlere yazının sonunda da değineceğiz.
Bu yapısal özelliklerin ışığında, ikinci olarak, İsveç’in salgın sürecindeki uygulamalarına bakalım. Mart ortasından bu yana bir tarama yaptığımızda, İsveç’in tüm Avrupa’da açık ara salgına karşı en az önlem alan ülke olduğunu söyleyebiliriz. Mart sonunda İsveç Başbakanı Stefan Lövfen, yurttaşlara açıkça “bu süreçte lütfen kendi sorumluluğunuzu alın. Ekonomik ve sosyal olarak pek çok kaybımız olacak. Hazırlıklı olalım” şeklinde bir açıklama yaptı.
Bu açıklamayı takiben, fiziksel mesafeye ilişkin çok sınırlı önlemler alındı. Elli kişiden fazla insanın bir yerde toplanması yasaklandı. Huzurevi ziyaretleri yasaklandı. Yetmiş yaş üstü yurttaşlara mecbur kalmadıkça evden çıkmama çağrısı yapıldı. Bununla beraber, kafeler, barlar, lokantalar, sinemalar, iş hayatının devam edebilmesi için kreş ve ilkokullar açık kalmaya devam etti. Kısacası, günlük hayatın olağan akışında büyük değişiklikler olmadı.
Ekonomik önlemler konusunda ise, İsveç hükümeti 51 milyar dolarlık kredi ve birtakım vergi indirimleri açıkladı. Sağlık sisteminin hem ekipman hem de hizmet açısından yetersizliği ve bu yetersizliğin yüksek vaka ile can kaybı oranları açısından yarattığı olumsuz tablo yoğun bir şekilde tartışılmaya devam ediyor. Zaten Başbakan Lövfen de, 10 Nisan tarihinde salgına hazırlıksız yakalandıklarını kabul eden bir açıklama yaptı.
Tüm bu yapısal ve salgına ilişkin tekil önlemleri derledikten sonra, son olarak, toplumsal güven ve vatandaşların günlük hayat pratikleri arasındaki ilişkiye kısaca değinerek yazımızı bitirelim. Antonio Gramsci, siyasal iktidarın hegemonik özelliğini tanımlarken, günlük hayat pratiklerini belirleme becerisine özellikle vurgu yapar. COVID-19 salgını sırasında, İsveç devletinin tüm diğer İskandinav komşularından ayrışan bir tepki göstermesinin cevabı aranırken, bu hegemonik ilişkinin yarattığı güven ilişkisi ve bu ilişki içinde kurulan günlük hayat pratiklerine bakmak faydalı olabilir. Zira, İsveç’in salgın sürecine ilişkin yayınlar yapan, İsveç’te yaşayan Türkiye vatandaşlarının söylemlerindeki ortak vurgu da bu güven ve gündelik hayat üzerinde yoğunlaşıyor. Tüm yorumcular yurttaşların devletle kurduğu güven ilişkisinden söz ederken, zaten salgın öncesinde de çok fazla sosyalleşme içinde olmadıklarını, İsveçlilerin normal zamanlarda da fiziki mesafe konusuna çok dikkat ettiklerini vurguluyorlar.
Hanelerin yarısından fazlasının tek kişilik olduğu bir ülkede bu yorumlar şaşırtıcı değil. Ancak, şaşırtıcı olan bir şey var: tüm bu yapısal özelliklere ve gelişmişlik düzeyine rağmen, vaka ve can kaybı oranları açısından bakıldığında İsveç’in hem İskandinav hem de kimi zaman diğer Avrupalı komşularından bu denli negatif ayrışması. Bu konunun şimdi olmasa bile önümüzdeki dönemde İsveç siyaseti ve sosyal refah rejimleri üzerine çalışan akademisyenlerin hayatını epey meşgul edeceğini öne sürebiliriz.
Kaynak
Bu sınıflandırma konusunda daha fazla bilgi için bkz. Gosta Esping-Andersen, “Three Worlds of Welfare Capitalism”, (UK, Polity Press, 1990). Ayrıca, evde kalma günlerinde daha çok okumaya vaktimiz varken, Andersen’e getirilmiş eleştiriler yoluyla ortaya çıkmış olan, Güney Avrupa Sosyal Rejimine ilişkin bu kaynaklar da okunabilir: Maurizio Ferrera, The Bondaries of Welfare : European Integration and the New Spatial Politics of Social Protection (Oxford: Oxford University Press, 2005); Ian Gough, Global Capital, Human Needs, and Social Policies : selected essays, 1994-99 (Basingstoke: Palgrave, 2000); Chiara Saraceno, ed., “Social Assistance Dynamics in Europe : National and Local Poverty Regimes” (Bristol, UK: Policy Press, 2002). Son olarak, Türkiye sosyal refah rejimine ilişkin daha fazla okuma yapmak isteyen okuyucularımız için de aşağıdaki kaynaklar önemli bir başlangıç olabilir: Buğra, A. (2007) ‘Poverty and Citizenship: An Overview of the Social-Policy Environment in Republican Turkey’, International Journal of Middle East Studies, 39(1): 33-52, Eder, M. (2010) ‘Retreating State? Political Economy of Welfare Regime Change in Turkey’, Middle East Law and Governance, 2(2): 152-184.
Anayasal vatandaşlık rejimleri ve sosyal sınıflar arasındaki ilişkiye dair çok önemli bir kavram olan “sosyal vatandaşlık” kavramı konusunda daha detaylı bilgi için T.H.Marshall’ın ve ona getirilen eleştirilerin yarattığı külliyata bakılabilir. Bir başlangıç yapmak isteyecekler için bkz. Marshall, T. H. (1963); “Citizenship and Social Class”, Sociology at the Crossroads, Heinemann: London ve Marshall, T. H. (1981); “Afterthought on ‘Value Problems of Welfare Capitalism’: The Hyphenated Society” The Right to Welfare and other essays, Heinemann: London