7.6 milyar kişinin yaşadığı günümüz dünyası, nüfusun gün geçtikçe kırsal bölgeler yerine kentlerde yaşamayı tercih ettiği bir yere doğru ilerlemektedir. Birleşmiş Milletler istatistiklere göre, 1950’lerde 3 milyara yaklaşan dünya nüfusunun yalnızca %30’u kentte yaşarken; bu oran 2014 yılında %54’e yükselmiştir. Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir ki, 1950 yılında dünyada nüfusu 10 milyondan fazla olan tek büyükşehir Amerika Birleşik Devletleri’nin önemli şehri New York iken; 2000’li yıllara gelindiğinde New York gibi mega şehirlerin toplamı 19’a ulaşmıştır.
Birleşmiş Milletler dünya nüfusu projeksiyonlarına göre nüfusun her yıl ortalama 83 milyon kişi arttığı tahmin edilmektedir. İstatistiklere göre 2050 yılına gelindiğinde dünya nüfusu 9.8 milyar olacağı düşünülürken; 2100 yılında bu sayının 11.2 milyara yükseleceği öngörülmektedir. Kırsal ve kentsel nüfus dağılımı projeksiyonlara göre ise 2050 yılından 9.8 milyarlık nüfusun %64’ü kentlerde yaşayacaktır. Bu istatistikler aslında aşağıda kısaca özetlemeye/değerlendirmeye çalışacağım ‘Yaşayan Gezegen 2018 Raporu’ ile büyük ilişki içerisindedir.
Dünya üzerinde yaşayan canlıların genetik, taksonomik ve ekosistem çeşitliliğini belirten biyolojik çeşitlilik tanımlaması Londra Zooloji Derneği ve Dünya Doğayı Koruma Vakfı tarafından geçtiğimiz günlerde yayınlanan ‘Yaşayan Gezegen 2018 Raporu’nda derinlemesine incelenmektedir.
1998 yılından bu yana her iki yılda bir yayınlanan ve dünyadaki biyolojik çeşitlilik üzerine önemli açıklamalarda ve uyarılarda bulunan rapora göre dünyanın artık biyolojik çeşitlilik açısından uygun bir gezegen olmadığı vurgulanmaktadır. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, gezegenimiz farklı canlıların ekosistem çeşitliliğine uygun bir yer olmaktan gün geçtikçe uzaklaşmaktadır. Raporda vurgulanan belki de en önemli nokta, nüfus artışı bağlamında artan tüketimle birlikte dünyanın ‘Antroposen Çağ’ olarak kavramsallaştırılan ve dünya tarihinde ilk kez belirli bir türün -insanın- dünyaya olumsuz etki yarattığı olgusudur.
Biyolojik çeşitlilikte yaşanan son 44 yıldaki %60’lık düşüşün sebepleri arasında çoğunlukla nüfusun artışına bağlı olarak insanların sürdürülebilirliği odağına alan ekonomik kalkınma temelinde değil de ekonomik büyüme odağıyla hareket ederek doğal kaynakları aşırı tüketmeleri bulunmaktadır. Plastik kirliliği, balıkçılık, avcılık, tarımsal alanların aşırı kullanımı ve kirliliği, barajlar, yangınlar ve madencilik gibi etkenler biyolojik çeşitliliği olumsuz etkilemektedir. 1968 yılından bu yana insanların doğal kaynakları tüketme seviyesini gösteren ekolojik ayak izinde %190 oranında yükseliş olması aslında insanlığın üretim için doğal kaynakları bilinçsiz ve aşırı tükettiğinin önemli bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Rapor, biyolojik çeşitlilik kaybını engellemek için -sürekli olarak vurgu yaptığımız Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ile birlikte değerlendirilen- Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ne büyük bir önem atfetmektedir. Bu sözleşme, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri arasında yer alan denizler, okyanuslar, ormanlar gibi canlıların doğal yaşam alanlarının korunmasını ve sürdürülebilir kılınmasını içeren 14. (Sudaki Yaşam) ve 15.(Karasal Yaşam) hedeflerle yakından ilişkilidir. Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi bireyleri, özel sektörü ve hükümetleri doğayı sürdürülebilir kılmayı hedeflemekte ve daha sağlıklı bir dünyaya erişmemizi sağlayacaktır. Doğanın yok olmasına seyirci kalmadan aşırı tükettiğimiz doğayı biyolojik çeşitlilik açısından zenginleştirmek ve kötü gidişi tersine çevirmek her bireyin ve kurumun sorumluluğundadır.